8 Ocak 2015 Perşembe

Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya saldırı üzerine!

Bir insan olarak, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya saldırıyı Müslümanlara mal etmek ne kadar mantıksız ve yanlışsa, saldırıyı ‘oh olsun, hak ettiler’ duygusallığında değerlendirmek de bir o kadar anlamsız.

Fransa’da mizah dergisi Charlie Hebdo’ya Çarşamba günü yapılan terörist saldırıda 10’u gazeteci 2’si de polis memuru olmak üzere 12 kişi hayatını kaybetti. Tüm dünyada tepki çeken saldırıda 5’i ağır 10 kişi de yaralandı. 

Fransız haber ajansı AFP'ye göre saldırıyı yapan şüpheliler Said Kouachi (35) ve Şerif Kouachi'nin (33) olduğu kaydedildi. Bu arada saldırının faillerinden 18 yaşındaki Hamid Murad Fransa saatiyle saatle saldırının yapıldığı gün 23.00 sıralarında Paris'in kuzeydoğusunda yer alan Charleville Mezieres'te polise giderek teslim oldu. 

Mizah dergisi Charlie Hebdo, 2012 yılında Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’i (asm) provokatif şekilde tasvir eden karikatürlerle gündeme gelmişti. Dergi daha önce de 2006 yılında bir Danimarka gazetesinde yayınlanan Hz. Muhammed (sas) karikatürlerini yayınlayarak tepkilerin odağına oturmuştu. 

Günümüz dünyasında şiddetin sarmalına girmiş o kadar insan var ki, kimdir ne adına, kime hizmet ettiğinin farkında bile değil. Çünkü insani doğruların yerini nefsani tercihler almıştır. 

Bir insan olarak, mizah dergisi Charlie Hebdo’ya saldırıyı Müslümanlara mal etmek ne kadar mantıksız ve yanlışsa, saldırıyı ‘oh olsun, hak ettiler’ duygusallığında değerlendirmeyi de bir o kadar anlamsız görüyorum. 

Çünkü gün geçmiyor ki böyle saldırı ve vahşet dünyanın değişik coğrafyalarında yine Müslümanlık adına yapılıyor ve en büyük zararı da yine Müslümanlar görüyor. 


Bu yüzden bu şiddet ve saldırı sarmalından oluşan Müslümanlık anlayışı benim bildiğim ve benimsediğim İslami bir hareket hiç değil. 

Hem unutulmamalı ki, hiçbir semavi dinin ne kitabı ne de peygamberi insani değerleri anlatmak için, ölerek ve öldürerek ya da zor kullanarak taraftar toplama yolunda olmamıştır. 

Bu arada saldırganların kimliklerinde ‘müslüman’ yazması, hain saldırıyı bütün Müslümanların desteklediği anlamı çıkarılamayacağı gibi, yapanların da Müslüman olduğu anlamına gelmez. 

Çünkü ‘terörist müslüman olamaz, müslüman da terörist olamaz.‘
 

Bu arada Batı’nın Müslümanlar hakkında empati yapmasını düşünerek; ‘yeter artık, dünyada onu seven ve rehber olarak gören –Hz. Muhammed (s.a.s) - iki milyar insan var, Batı HZ. Muhammed’e (s.a.s) karşı daha hassas olmalı, medya üzerinden saldırılar mazur görülemez’ifadeleri haklı bir sitem olsa da bu konunun muhatapları bence müslümanlar olmalı. 

Bu anlamda Almanya’da ders veren yıllarca yaşamış ve üniversitelerinde ders vermiş bir hocamızın hatıratı çok anlamlı duruyor. 

Bir alman vatandaşı hocamıza; ‘siz Müslümanlar, Hz. İsa’ya neden sahte peygamber diyorsunuz’ sorusu yöneltir. Değerli hocamız soruya verdiği cevabındaki; ‘bu konuda yanılıyorsunuz, bir kere İslam’a göre Hz. İsa’ya ‘sahte peygamber’ demek, İslam’a göre dinden çıkmaktır. Aksine ona inanmak İslam’ın iman şartıdır’ ifadeleri soruyu soran almanı şoka sokmuştur. 

Kaydetmekte fayda görüyorum. Evet batı bu kadar masum olmayabilir. İslam üzerine bin bir türlü hesap ve fesat planları hazırlıyor da olabilir ki, zaten böyle olmadığını iddia etmiyoruz. 

Asıl olanın, kefere-fecerenin fesat planlarının olduğunun farkında olup da ona karşı nasıl önlem aldığımız daha çok önem arz etmektedir. 

Nihayetinde biz ümmeti olmakla övündüğümüz ve hayatında yalanın dahi yeri olmayan HZ. Muhammad (s.a.s)’e ve mükemmel ve en son din olarak gördüğümüz İslam dinine ne kadar layıkız. Onu batıya ne kadar anlattık ki karşılık bekliyoruz. 

Yalana, talana,harama ne kadar mesafeliyiz. Onun mirasına günde elli yalan söyleyerek mi sahip çıkıyoruz? Yoksa ‘imansız İslam’ yaşam tarzıyla onu nasıl temsil ediyoruz? Bu soruların cevabı elbet var ama dünyayı sırtımıza aldığımızdan olsa gerek, dünyanın üzerine basıp geçemiyoruz. 

Bu yüzden olsa gerek dünya hep Müslüman’a dar oluyor. Ve her daim olağan şüpheli Müslüman oluyor. 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar

Devlet operasyonuyla diziden orta oyunu çıkarmak!

14 Aralık’da Medyaya yapılan operasyonu anlamak için sakin şekilde sandalyeye yaslanarak düşündüğümde, görünen fotoğraf tek kelimeyle; meddahların orta oyunu gibi. 

Devlet idaresinde bulunan yetkili ağızlar, operasyona uğrayanların (Hizmet Hareketi’nin) devlete 2002’den beri operasyon yaptığını söylüyor. Devamında birileri ‘eden bulur’ diyor. 

Üstelik kocaman kocaman Bakanların söylediği bu sözlere bir de; ‘Bu şahısların hiçbir sıkıntısı yoksa hukuka güvenmeli ve inanmalı, sonuçlarına herkes razı olmalı’ ifadeleri ekleniyor. 
Aslında bu ifadelerde söylenen her cümle makul duruyor. Ta ki bu cümleleri kuranlara şu soru sorulana dek! 

Beyler, siz on iki yıldır hükümettesiniz ve bugün yaptığınız yanlışları yazan medyaya yapılan operasyonu bu şekilde değerlendiriyorsunuz. Üstelik hem iktidar olacaksınız, hem de gazete köşe yazarları şifreli yazılarla, TV dizilerinde ‘telekinezik’ ve ‘hipnozik’ sinyal mesajlarıyla devleti ele geçirme planları yapacaklar ve siz şimdi bunu fark edeceksiniz! Alâ… alâ… 

Peki siz bu devleti on iki yıldır kahramanca idare ederken ne halt ediyordunuz, demezler mi, adam olana? 

Geçtik. 

Ya! bu dizi ile darbe ne ayak? 

Sanki Levent Kırca’nın skeçleri gibi. 

Dizi yapımcısı, yönetmeni ve senaristi polisin suç isnad ettiği ‘tahşiyeciler’i onlar sayesinde duyuyor, bu da cabası! 
Çünkü onları sorgulayanlar veya bu olayı kurgulayanlar senaryonun nasıl yazıldığından bihaberler. 

Bu operasyon temelsiz ve ciddiyetten o kadar uzak ki adına, hükümetin yanlışlarını en yüksek sesle söyleyen medyaya gözdağı ve korkutma, sindirme operasyonu diyemeyeceğim için olsa olsa ancak orta oyunu olur diyorum. 

Demokrasi,insan hakları, hak, hukuk ve adaleti boş verdik, ya alnı secdeye gelen insanlarda vicdan ve izan olur ve onların iktidarında adalet olur! Hadi adaleti geçtik, Peki vicdan ve izanı ne ara kaybettiniz? 

Görüldüğü gibi bu operasyonun hiçbir temeli ve mantığı yok. Ama doğru bir gerekçesi var o da; iktidara muhalif olan herkese bundan sonra bu şekilde muamele edeceğidir. 

Ha adalet, hak, hukuk ve eşit paylaşımlı bir devlet idaresi planlıyoruz diyeceklerse, o başka! Orada durur ve sorarım; 

Sahi Roboski’de bu iktidar zamanında 34 insan bombalanarak ölmedi mi? 

Onların hesabını kim verecek, Adalet ne zaman gelecek? 

Görülen o ki, iktidarı elinde tutanlar devlet gücüyle ya vergi cezası,ya ihale iptali ya da yargı gücüyle operasyonla bundan sonra Türkiye’yi böyle idare edecekler. 

İçinden bu düşüncelerime karşı neler söylediklerini az çok tahmin ettiğim kişiler için bu yazıyı, Tüpraş'ın tesis açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın;“Her zaman söylüyorum bitaraf olan bertaraf olur. Onun için tarafımızı çok iyi belirlememiz lazım. Duruşumuz çok önemli. Ama yalpalayan değil omurgalı duruşlar çok önemli. Omurgalı durduğumuz zaman millet kazanacaktır. Millet kazandığı zaman Türkiye kazanacaktır. Ülkesinin bağımsızlığı karşısında saf tutmayan milletin kararıyla yok olup gitmeye mahkumdur. Maşalara, paralel yapılara kol kanat gerenler er yada geç mahçup olacaklardır. Ekonomi siyaset ve medya dünyasının hiç tereddüt etmeden saf tutacaklarına ben gönülden inanıyorum. Bu vesileyle dün bağımsız savcılar tarafından başlatılan ve tamamen hukuk içinde yürütülen operasyon karşısında, içerde ve dışarda haddi aşan, insafı aşan bazı tepkiler sergileniyor. Eski Türkiye’nin bütün aktörleri, tüm taraflar ittifak halinde, koro halinde, savcılarımıza hakimlerimize belli merkezlerden idare edilen bir baskıyı uygulamaya çalışıyıor.”tehdit dolu ifadelerini buraya alarak tamamlıyorum. 

Tehditle devlet yönetmenin daniskası bu olsa gerek. 

Ancak devlet gücüyle herkesi hizaya getirmek ve seçimlerden önce havuz medyasına yenilerini katmak çok kolay olmayacak anlaşılan. Medyaya darbe operasyonu, olsa olsa orta oyunu olarak tarihdeki yerini alacak. 

Sıradaki, operasyon için sırasını beklesin beyler… 
İşte ‘Yeni Türkiye’… sanki yerseniz der gibi! 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar
 

Ah be Ahmet Taşgetiren hocam, fabrika ayarlarına ne oldu?

Aslında şahıslar üzerinden konuşmayı ve yazmayı sevmem. Şahsım için önemli olan fikirler ve insani duruştur. Zaten kişisel gibi görünse de bu yazı Hizmet Hareketi’ndeki insanların hukukuna dair ortaya atılan bir ‘Fikir jimnastiği’ üzerine kaleme alındı.

Ahmet Taşgetiren’in son iki yazısında Cemaat ile Ak Parti’nin çözüm süreci başlatması temennisi ile ortaya attığı şahsa münhasır fikirleri doğrusu beni çok kırdı. 

En sonda söyleyeceğimi baştan yazayım. 

Ahmet hocam, sahi sizin ‘fabrika ayarları’nıza ne oldu. Biz sizi ‘derviş ruhlu’ bir insan olarak gördük ve hakkınızda öyle amel etmiştik. Size ne oldu, doğrusu çok merak ediyorum? 

Nasıl bir halet-i ruhiyedir ki, Sayın Ahmet hocam; Uluslararası silahlı bir terör örgütü olan PKK ile devletin müzakere adımını, Hizmet Hareketi’ne ‘paralel’liyorsunuz? 

Algıda seçicilik her halde bu olsa gerek diyesi geliyor insanın. 

Pek sevgili Ahmet hocam; AK Parti’nin devlet ve kamu gücüyle bütün hezeyanıyla Hizmet Hareketi üzerine gelmesine karşılık, Cemaat’in savunmasını ‘meşruiyet’ içinde tutması için İslami esasları kullandığını yazmış. Bravoo!! Doğrusu demekten alıkoymuyor bu beni! 

Sevgili Ahmet hocam susuz, ekmeksiz Afrika çöllerine Allah rızası için ailesinden, yardan geçen bu gönül elçilerinin gönlünde ne var sanıyorsunuz da bunları yazabiliyorsunuz inanın sizi ben tanıyamamışım? 

Ha şunu söyleyeyim. Camia ile yaklaşık iki yıldır hiçbir organik ne de in organik bağım yok. Üstelik kimsenin de avukatlığını yapmıyorum. Zaten söz konusu camianın bana ve buna ihtiyacı yok. 
İnanın, ben inandığım değerler üzerine ve birlikte yediğimiz acısı az çiğ köfte ve kılçıksız balıkların hukuku adına bunları yazma ihtiyacı duyduğumdandır. Çünkü çok kırıldım. 

Dile kolay tam 25 yıl camianın hem gönüllü tarafında hem de kurumsal alanında vazife yapmış biri olarak, kusura bakmayın ama; elim de kalem tutarken bu durumun kayıtlara geçmesine engel olamazdım. 

Ahmet hocam şunu da kaydetmekte fayda görüyorum. Bir yıldır işsizim. Sebebi ise malum. Birilerinin suçluluk duygusuyla ‘paralel-düşman’ ilan ettiği camia’ya yakın medya kuruluşundan emekliyim diye CV’im hiç bir yerde geçmiyor elhamdülillah. 

Evet işimi elimden bugün için alabilirler ama; aşımı (rızkımı) ve imanımı elimden alamazlar. Sizinde bildiğiniz gibi; rızk Allah’dan, iman kursak (helal) dandır. 
Hatta sizin yazdığınız yandaş medyaya, bir arkadaşımızın teveccühü ile CV’im ulaştı. Cevabım ‘ben emekli olalı 2 sene olmuş, işimize bakalım’ olsaydı, şu anki durumum ne olurdu, doğrusu bilemiyorum? Ve Allah muhafaza diyorum. 

Bu arada birkaç ay önce bir yazı daha yazmıştınız hani? 

Yeğenlerinizden birinin okul servisinde soyadını sizinkiyle aynı olmasından dolayı söylemekten hicap duyduğunu konu ederek bir yazı kaleme almıştınız ve yazının sonunda şahsınızın nasıl birisi olduğu hakkında; “Beni Burç Fm’deki Fatma hanım’a sorun, Bünyamin Şen’e sorun, Kemal Gülen’e sorun. Oğuz On’a sorun....” şahitlik istiyordunuz. 

Sevgili Ahmet hocam, siz kendi şahsınız için şahitlik talep ederken; hangi mantıkla onların mensup olduğu camia adına ‘çözüm süreci’ talep ediyorsunuz. 

Peki siz bu yazdıklarınızla bu çocuklar hakkında hangi hakla; onları ‘paralel’ yaftasıyla Uluslararası silahlı terör örgütü ile aynı havuza koyuyorsunuz. Ve camia ile Ak Parti arasında ‘çözüm süreci’ öneriyorsunuz? 

Teşekkürler hocam, ben almayayım. Sizin şahitliğiniz sizin olsun. Ama bizim şahitliğimiz ortada. 

Biz sizi derviş ruhlu gördük. Ve yakıştıramadım! 

Rice ederim Ahmet Taşgetiren hocam, fabrika ayarlarınızı bir kez daha yoklayın. 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar 

Cemaat medyasından beklenen!

17 ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmasıyla başlayan AKP ile Hizmet hareketi arasındaki kavga son sürat devam ediyor.
AKP’nin kuralsız kontrataklarıyla devam eden kavga başa baş direnişle devam ediyor. 

Hükümet medyası, Hizmet Hareketi’ne karşı AKP’nin faullü hareketlerini görmezden gelerek gelişmeleri AKP lehine tabana ulaştırsa da Hizmet Hareketi’nin medyası uluslar arası medya, iş dünyası ve STK’ların desteği ile savunmasını daha da geniş bir alana çekiyor. 

Ancak Hizmet Hareketi medyasının haklı savunmasına, ana akım medya hep mesafeli davranıyor. 

‘Evet medyaya yapılan bu haksız operasyon kabul edilemez’dedikten sonra tüm desteklerinin arkasından bir 'ama' geliyor! 

İşte Hizmet Hareketi’nin üzerindeki bu ‘ama’ ne anlama geliyor, bunu cevabının verilmesi gerekiyor.

Özellikle Ergenekon ve Balyoz davalarında şüpheliler hakkındaki yayınlarda aşırıya kaçıldığı üzerinde duruluyor. 

Bunun zaten haklı bir talep olduğu; Hizmet Medyası’na mensup bazı şahısların, Ergenekon davasıyla özdeşleşen Ahmet Şık’a yönelik özür ile bu durum netleşmiş duruyor. 

Ancak bu sadece basın özgürlüğü ve gazetecilik anlamında olan bir detay. 

Konunun esasında ise Türkiye genelinde haksız, hukuksuz ve adaletsiz bir çok konuyu, Hizmet Hareketi’ne yakın medyanın görmezden geldiği iddiası var. 

Hem de şimdiye kadar yapılan yayınlarda Hizmet menfaati gözetilerek bir çok konuda haksızlıklara karşı sessiz kalındığı iddiaları vatandaş tarafından konuşuluyor olması. 

Hizmet Hareketi’ne yakın medya mensuplarının cevabı her ne kadar bu iddialara karşı; ‘elimize belgeler geldi de yayınlamadık mı?’ olsa da; vatandaşın gözü önünde cereyan eden olaylara mesafeli duruş, bunun tam aksine bir düşünceye sevk ediyor insanları. 

Ki bu iddiaların arkasındaki düşünce ve algı zaten devreye burada giriyor. 

Hizmet medyası kast edilerek ;‘onlar belgeleri ellerinde toplarlar ve ihtiyaç olduğunda kendi menfaatlerine kullanırlar’ iddiası, şu anda toplumun kafasındaki şüphelerden biri ve konuştuğu konuların başında geliyor. 

İşte sırf bu yüzden Hizmet Hareketi’ne yakın medyanın bundan sonraki yayınları hem Türkiye içinde hem de ülke dışında daha yakından takip edilecek. 

Belki de Hizmet medyasına yolsuzluk, hırsızlık dosyaları belgeleriyle veya gayrı ahlaki dosyalar servis edilecek ve ve belki de bu yolla teste tabi tutulacak. 

İşte AKP ile Hizmet Hareketi kavgasında; Hizmet Hareketi’nin bu kavgayı İslami çizgide yani dini hassasiyetler üzerinden götürdüğünden dolayı bundan sonraki yayın politikalarında nasıl bir duruş ortaya koyacaklar? Merak edilen konu bu! 

Aslında bu sorunun cevabını Fetullah Gülen, daha hareketin ilk adımından itibaren vermişti. 

Çünkü Gülen’in, Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in; "hırsızlık yapan, kızım fatıma dahi olsa elini keserdim" ifadelerini hep öne çıkarması ve ‘helale varmak için haram kullanılmaz’ tavsiyeleri Hizmet Hareketi mensuplarının temel prensipleri arasında oldu. 

Tartışma konusu olan ise şu; Bir il’de veya bir küçük beldede bir takım gayrı meşru işlere bulaşmış birinin Hizmet Hareketi’ne destek vermek istediğinde nasıl tavır alınacak? 

Gülen’in bir ömürdür bahsettiği ve örnek gösterdiği Peygamber ahlakı mı ağır basacak yoksa günü birlik Hizmet Hareketi’ne fayda mülahazası mı öne çıkacak? 

Yani bu kavga sona erdikten sonra bile hırsıza hırsız, haramiye haramzade denilecek mi? 

Hizmet medyası, Türkiye’nin ve dünyanın da ihtiyacı olan Adalet ve eşitlik için medya ahlakıyla yayınlarında tavizsiz ısrar mı edecek? 

MAZHARARSLANOGLU@GMAIL.COM 
TWITTER.COM/MAOMAZHAR 

Demokrasi adına bu kaçıncı dayak?

Bir ülkenin evlatlarının kaderi dayak yemek mi olmalı? Veya devletin dümenine geçenler bu milleti adam etme ihtiyacı neden hisseder acaba?
AKP Hükumetinin medyaya yönelik başlattığı 14 Aralık operasyonu, dünya kamuoyunda hayret ve şaşkınlıkla karşılanırken, mahkemeden ‘dizi terör Örgütü’ suçlamasıyla 4 tutuklama geldi. 

Tam da yüzyıldır vatandaşı döven devlet zihniyetinden kurtulduk derken! 

Üstelik medeni bir hayat şartları oluşturmada ittifak etmiş ve iyiye gidiyoruz dediğimiz günlerde böyle bir ‘hukuk hırsızlığı’nın yaşanması ‘yine mi dayak?’ sorusunu akla getirdi. 

Yüzyıldır istisnası yok ki toplumun, devletten dayak yemeyen hiçbir kesimi kalmadı! Müslümanı, hıristiyanı, dinlisi, dinsizi, Alevisi, Kürdü, Türkü ve daha niceleri, hepsi devletin o kaslı kollarını kaburgalarında hissetti. 

Lakin her birisi devlete yakın olduğu dönemlerde (güçlüye-devlete yakınlık hissiyle) dayak yiyen ‘öteki’ye sövmekten de geri kalmadı. 

Hazindir ki, devletin dümenine geçenin; ‘ya benim gibi yaşarsın, ya benim tarafımda olursun, ya da köteği yersin’ düşüncesi hep ağır basıyor. 

14 Aralık’da medyaya yapılan operasyon işte bu halin yeniden yaşanmasıdır. 

Anlaşılan o ki, Türk milletinin şuuraltına yerleşmiş olan ‘insanları döverek adam etme’ zihniyeti yeniden hortladı. 

Daha önce birilerinin olduğu gibi, bunu topluma yaşatanların (AKP hükümetinin) elbet bir bahanesi var. 

Ayrıca bugün yaşananların ‘akla ziyan’ olduğunu söylesek de fark etmeyecek, ancak not etmekte fayda var. 

Üstelik toplumun bir kesimini dövmeye kalkanlar daha dün devletin kaslı kollarını kaburgalarına kadar hissetmiş olanlardan oluşması hiç fark etmiyor. 
Çünkü tam bir yıl önce hukuki teamüller içerisinde ortaya çıkarılan hükümete yönelik 17 ve 25 yolsuzluk ve rüşvet iddiaları onları kulvar değiştirmeye(!) zorladı. 

Devletin savcısı ve polisinin görevini yapması ne zamandır darbe oluyorsa, doğrusu anlamak mümkün değil! 

Acıdır ki, bugün siyasi iktidar tarafından hedefe koyulan cemaat, iki defa dövülmek isteniyor. Hem de solcusu, sağcısı, liberali ve İslamcısı tarafından. 

Sebep ise olduğundan fazla güçlü görünmesi ve hem de demokrat olmamasından dolayı! 

Öncelikle cemaatin ilk günden evrensel hukuk kuralları ve insani değerler üzerinden hareket etiğini not edelim ve unutulanı ve atlanılanı adım adım yazalım. 

Bir kere cemaat Türkiye’de ve dünyada sevenleri ve sempatizanlarıyla homojen bir yapıya sahip değil. 

İkincisi, bu camia demokrasiyi içselleştirmemiş olsa dünyanın en etkili istihbaratına sahip ülkelerinde bu kadar kolay hareket edebilir miydi? 

Üçüncüsü, dünyanın 160 ülkesinde Türkiye adına eğitim ve ekonomik adımlar atan bir hareketin demokrasi adına bir yanlışı oldu da kimsenin neden haberi olmadı? 

Her çeşit insanın içinde olduğu bir harekette elbet insani yanlışlar olur, ama bunu toptancı zihniyet ile bütün camiaya mal etmek ne insani ne de İslami olsa gerek? 

Elbet camia içinde bazıları zaman zaman yanlışlar yapmıştır, hatta hareket alanının dışına çıkan mensupları ve sempatizanları bile olmuştur. 

Ki böyle bir durum varsa zaten cemaatin genel düşüncesi, bu kişilerin bulunup ortaya çıkarılması ve cezalandırılmasıdır. 

12 Eylü 1980 darbesinde, 28 Şubat post modern darbesinde, daha da ötesi Hizmet Hareketi başladığı günden beri hep 'öcü'ydü. Bu yüzden çok da garipsenecek bir durum yok ortada. 

Ama bugün yaşananlara bakarak ‘oh olsun, hak ettiler’ demek ne kadar demokratik tavır ona bakmak lazım bence. 

Hatta bir yazar (t24.com.tr / Rıdvan Akar); ‘şimdi demokrasi için bu uzun ince yürüyüşte cemaatin korteji boy gösteriyor. Acıyla test ederek ama diğer mağdurların önünden mahcup yürüyerek, taleplerini haykırıyor. Hani slogan atıldığında dalga dalga yayılır ya, şöyle etraflarına baktıklarında sloganlarının pek de sâdası olmadığını gördüklerinde o maymuncuğu özlemle hatırlıyorlar mı?’ Cümleleriyle yazısını tamamlasa bile. 

Hatırlatmakta fayda var ey millet; Dünyanın 160 ülkesinde koşturan bu insanlar bu korteje girdiklerinde hep yalnız kalacaklarını en baştan kabul etmişlerdi zaten. 

Demokrasi ve adalet için dayak yenecekse onu göze almasalar, zaten bu yola girmezlerdi. 

Sağlık olsun, bu da geçer! 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar
 

AKP’nin ‘Yeni Türkiye’sinde kadro harekatı!

Son iki yıl öncesine kadar gözü kapalı desteklediğim AKP hükumeti, şimdi şarkıdaki gibi bendeki hayal kırıklığını, biri bitmeden diğerini on kat artırarak devam ettiriyor.
Malum Erkin Koray’ın bir şarkısı var: 
“Arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah 
Biri biterken öbürü de başlar vermesin Allah…”
 

Ancak AKP, hayal kırıklığının biri bitmeden, diğerini getiriyor; maşallah(!).. 

Bakanların bulaştığı yolsuzlukların Meclis Yolsuzluk araştırma Komisyonu’nda tescillenmesiyle ayyuka çıkan iddialar, artık çuvala sığmıyor. 

Son şok haber ise devlete memur alımıyla ilgili. 

Ajansların geçtiği ve Gazetelere yansıyan haberlere göre; Hükümet, kadrolaşmada sınır tanımıyor. Bakanların doğruladığı kadrolaşma harekâtı devletin bürokrasisini de sarmış durumda. 

KPSS şartı aramadan personel istihdam eden, kadrolaşma harekât merkezlerinin başında Belediyeler, TOKİ, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ve TİKA gibi kurumlar geliyor. 

İşin acı tarafı ise, başında Adalet (AKP) geçen bir siyasi yapının bunu fütursuzca yapması. Ortaya çıkan verilere göre, söz konusu kurumlar KPSS dışı memur alımlarını zaman zaman hiç ilana çıkmadan yapmış ve yapmakta. 

Bu alımlarda usulen, kâğıt üzerinde şartlar öne sürülmüş ve kimlerin alınacağı listelenerek bu kişiler el altından haberdar edilmiş. Böylece yazılıya giren kişilerin rekabet edeceği kişi sayısı da olabildiğince sınırlı tutulmuş. Mülakat aşamasında ise yazılıya kazara girenler elenip, ‘alınması gerekenler’ işe başlatılmış. 

Diğer tarafta Devlete memur alımlarında ise çok acı bir fotograf var. Son 12 yılda memur olabilmek için KPSS’de ter döken 20 milyon adaydan sadece 610 bini hayalini gerçekleştirmiş. 

Ama partizan ve parti korumasına giren; bakan yakını, bürokrat akrabaları ve dostları devletin sıcak bağrını hemen hissedivermişler.
 

Adalet ve sosyal devlet beklentisiyle desteklediğimiz ve dindar olarak gördüğümüz AKP’nin geldiği nokta; hem devleti hem de kendini ‘zakkum’a dönüştürmesi aslında acınacak ve bir o kadar da ibretlik bir dönüşüm. 

Neden ‘zakkum’ örneğini verdiğimize geçmeden önce ‘zakkum ağacı’ hakkındaki bilgiyi paylaşalım. 

Zambakgiller (apocynaceae) familyasından olan zakkum (lat. Nerium oleander), batı'da, güney portekiz'den başlayarak bütün Akdeniz sahilleri boyunca Suriye'de, Batı ve Güney Anadolu'nun dere yataklarında yetişir. Ekseriyetle 2-3 bazan 5 m.'ye ulaşan, kışın yaprak dökmeyen sık dallı bir bitkidir. Yazın çiçeklenen ve uzun bir çiçeklenme devresine sahip olan Zakkum'un meyvesi bakla şeklindedir. Zehirli olduğundan insan ve hayvanlar için tehlikelidir. 

Yanisi şu: zakkum yalnızdır, tekdir ve kendisinden başkasına faydası yoktur. Ta ki cehennem ehli dışında. 

Bu arada Zakkum ağacı, Kur'ân-ı Kerîm'in dört sûresinde ve toplam 15 âyette geçer. 

Zakkum Ed- Duhan suresinde mealen ; "Şüphesiz zakkum ağacı günahkârların cehennemdeki yiyecekleridir. Zakkum ağacı erimiş maden gibidir. Insanların karnında tıpkı sıcak suyun kaynaması gibi kaynar" şekliyle yer alır. 

AKP, ‘meyvesiz ağaç taşlanır’ düsturu ile hareket ediyor ve yaptıklarını siyasi tabanına bu şekilde aktarıyor. Ve bunu da yandaş ve taraftarlarına kabul ettiriyor. 

Ancak %50’lik bir kesimin dışında devlete vergi veren ve hizmet bekleyen bir %50 daha olduğunu unutturarak yapıyor bunu. 

Yüzyıla yakın Kemalistlerin ve solcuların yaptığı yanlışı tekrarlıyor. Onlar malum modernlik ve batıcılık adına %60’lık bir kesimi ‘öcü’ olarak nitelemişlerdi. Ve devletin sınırlarında ‘kamusal alan’ ilan ederek toplumda cepheleşmenin temellerini atmışlardı. 

Geldiğimiz noktada ise AKP, devlete ‘zakkum tohumu’ atarak sadece kendisine ‘meyve’ verecek bir ağaç yetiştirme derdine düşmüş durumda. 

Hem de devletin imkân ve şartlarıyla. 

Yoksa gözü kapalı yapılanları destekleyerek, eski Adalet Bakanlarından CHP’li Mehmet Moğultay’ın;“ben CHP'lileri işe almayacağım da MHP'lileri mi alacağım?” Sözüne nazire yapılıyor diyerek normaldir mi demeliyiz. 

Veya Müslümanlar siyaset yapıyor; ‘siyaset’te ütmek caizdir’ mi demeliyiz, doğrusu kestiremedim. 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar

AKP’nin başarısı, sistem ve sabıkalı muhalefet

Yaklaşık bir yıl önce Birikim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner, Cihan Haber Dergisi’ne verdiği söyleşide; “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin başarısının yüzde 50'si kendisine aitse yüzde 50'si de CHP'ye aittir.( 23 Temmuz 2013)” Diyordu.
Kısmen katıldığım bir yorum ama Acizane AK Parti’deki başarının sırrı sistemdeki arıza ve zafiyetlerden kaynaklanıyor. Tabi ki AKP'de siyaset yapanların hakkını teslim ederek. 

Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta söylediği de bu zaten. 
'Sistemi ben kurmadım, yasaları ben yapmadım, ben de aynı şartlarla yarıştım ve sistem elimde tepe tepe kullanırım' mantığını her platformda söylemesiyle sabit. 

Zamanında bu sistemi millete karşı kullananlar şimdi şikâyet ediyorlar. Peki bu sistemin iyileştirilmesi adına evrensel hukuk ve insani değerler ölçeğinde kim ne yaptı? 

İşte cevabı verilmesi gereken soru bu. 

Bu arada devleti yönetmiş ve yönetmeye, paylaşmaya talip olanların bu sisitem sayeinde neler yapmışlar, geçmişlerine bir bakmakta fayda görüyorum. 

CHP 
Yüz yılık devlet mirasına modernite adına sahip çıkarak halkı hor gören anlayış ile siyaset yapınca böyle aciz kaldı. Bir de beceriksiz salon efendisi, devlet memuru başkanlara sahip olunca, milletin bakış açısı aynen vaki devam etti… devlet imkanlarını millete değil partililere üleştirince… 

MHP 
Yarım asırlık Türkeş’in mirasıyla vatandaş MHP’ye bir fırsat verdi, iktidar ortağı oldular, yolsuzluk iddiasıyla bakanları yüce divan’da yargılandı, Abdullah Öcalan devr-i iktidarlarında teslim edilince, idam cezasını kaldırdılar, terör üzerinden siyaset ellerinde patladı… 

BDP 
Eline silah alarak dağlara çıktılar, hem öldüler hem öldürdüler, ovada siyaset kucaklarına düştü, militanca düşündüklerinden en büyük fırsat ayaklarıyla değil hem de silah ile tepiyorlar… 

Şimdi kalkmışlar, AKP’ye devlet terörü yapıyor nitelemeleriyle sempati toplayacaklarını sanıyorlar… 
Geldiğimiz noktada muhalefetin anası da, yavrusu da maalesef günün şartlarına ve toplumun beklentilerine göre siyaset yapamıyor. 

Ağrı Belediye Başkanlığı’nı kazanan Sırrı Sakık’ın son söylemleri bunu açıkça teyit ediyor. 
Sakık; “…AKP’nin bu kenti bizim kanatacağımızı söyledi, ama biz şunu gösterdik, alığımız şehri halkımıza feda edebileceğimizi gösterdi. 30 Mart’tan bir hafta sonar polislerle kuşattı, bir devlet terörü uygulandı. Biz de halkımızı bundan koruduk.“ diyor. 

Haklı olarak Başbakan Erdoğan da grup toplantısında; ”Ağrı'da devlet terörü estirilmiş…. bir milletvekili olarak bu ülkede devlet teröründen bahseden bir insan önce aynaya bakmalı. Sen bir defa terörün desteğiyle şu an da belediye başkanı seçilen birisin. Ağrı'da AK Parti iktidarında kan mı vardı, sizin olduğunuz yerde kan var" ifadeleriyle taraftarlarından ayakta alkış alıyor. 

CHP’nin geçmişindeki Milli Şef dönemi baskıları hafızalardan silinmedikçe ve mağdur olan halkın güvenini yeniden yakalamadıkça yüz bulması oldukça zor. 

Eee… otuz yıllık terörün tarafında olan BDP’lilerin vatandaş gözündeki yerini hayal edebiliyor musunuz? 
Ya MHP? Yıllarca teröre lanet oku, taraflarına ya da kürt vatanadaşa insanca yaklaşma, sonra iktidara geldiğinde kırk bine yakın insanın ölümüne sebep olan terörist başını idamdan alan taraf ol! 

Kimi nasıl inandırırsın, bu güveni tekrar nasıl sağlarsın mümkün mü? 

Kısaca böyle geçmişe sahip bir muhalefetin toplum üstünde siyasi bir etkisi olur mu? 
Halkın güvenini kaybetmiş, şakülu kaymış muhalefetin kendisine faydası var mı ki, millete olsun… 

Pardon! 
AK Parti şu an aynı kulvarda değil mi? Sorusunu duyar gibiyim… 
Olabilir, ama toplum AK Parti ile kendisine zararın değil faydanın geldiğine inanıyor… 
Bu arada Ak Parti’nin sistem ile kardeş olması gayet doğal, çünkü ’kör ile oturan şaşı kalkar’ 
Zaten sistemin ya da rejimin özelliği de burada… 

Sistem bir girdap, içine gireni devşiriyor ve bitiriyor... içine gireni içselleştiriyor… 

Ne zaman zarar vatandaşa dokunur, sandık Ak Parti’ye o zaman kapan olur… 
Bu yüzden muhalefet sabıkasını temizlemedikçe Ak Parti, tepine tepine bu memlekette daha çok hükümet olur…
 
Ta ki kendi kuyusunu kazana kadar. Onu da yaptı zaten… 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar 

CHP’de çözüm tek yol devrim!

CHP’de yine kriz, yine hizip… Emine Ülker Tarhan istifa etti. Ayrıca birileri daha kriz sebebi…

Emine Ülker Tarhan’ın istifası ve yeni bir partiyle yola çıkmasını; CHP’nin eski Genel Başkanı Deniz Baykal yorumlamış. 

Baykal, “yenilenmenin, tazelenmenin bu tip ayrılıklarla olmayacağını bilecek kadar tecrübeliyim. 'Ayrıldılar, bundan sonra atağa kalkarız' diyenlerden değilim. Böyle olmuyor" ifadelerini kullanmış. 

Doğru tespit ama bu, CHP’ye de topluma da bir fayda sağlamıyor. 

CHP, ilk önce şu şikâyet politikasından vazgeçmeli. Sıkıştıkça Anayasa Mahkemesine koşan, beğenmediği bir icraat üzerine hemen tepki veren, ‘elinden oyuncağı alınan çocuklar‘ gibi toplumun önünde ağlamaktan vazgeçmeli. 

CHP, yönetmeye talip olmalı ki, millet de ona elini uzatsın. İktidar veya rakipleri karşısında sadece savunmaya geçen refleksi onu, toplumun gözünde güvenilmez kıldığı gibi samimiyetsiz de gösteriyor. 

CHP yöneticilerinin, mirasyedi mantığı üzerine yaptığı siyaset tarzından vazgeçmezlerse ne millete, ne de kendine faydası olacak. Şekil CHP’de olduğu gibi. 

Sadece CHP’lileri koruyan ve savunan siyaset anlayışı ile CHP’nin muhalefet bile yapamadığını gören CHP’liler elbet var ama onların da sesleri kısık çıkıyor. 

Ayrıca şu yarım asırdır devleti koruma iç güdüsü de bir kenara bırakılmalı diyorum. Neticede devletin sahibi millet var. beğendiğine mührü zamanı gelince veriyor. Asayiş diyorsanız! Onu Polis ve Asker zaten yapmak zorunda. Rica ederim karıştırmayalım. 

CHP, öncelikle Türk toplumunu tanıma adına zihniyet değişikliğine gitmeli. 

Faydacılık üzerine hayatını devam ettiren ve pragmatik yaşayan bu millete şablonist ve önyargıyla yaklaşmaktan vazgeçmeli. 
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, başkanlığa geldiğinden beri ‘bir ileri iki geri’ bunu yapma gayreti içinde ama, adım atmakta hayli zorlandığı görünen bir gerçek. 

Hatırladığım kadarıyla bir demokrasi açılımı yapmaya kalkmıştı ve 10 küsür maddede ‘demokrasi manifestosu’ şeklinde açıklama yapmıştı. Sonuçta kocaman bir hiç ortaya çıkmıştı. İstenenler sadece CHP’lileri ilgilendirdiği için millet burun kıvırmıştı. 
Kanaatimce CHP, adını değiştirerek veya farklı partiyle siyaset yapacağına, bayrağı artık genç ekibe devretmesi gerekiyor. 

Çünkü mevcut durumla ve kadroyla bu hakikaten olmuyor. Neticede bu kadronun emekli olmasını ya da hakkın rahmetine kavuşmasını beklemek de çözüm olmadığına göre… 

O zaman tek yol CHP’de gençlik devrimi… 

Tabi Devrimle beraber CHP’de yönetme kabiliyetinin ve potansiyelinin var olduğunu gösterilmesi gerekiyor… O da ayrı bir yazı konusu. 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter.com/maomazhar 

Cemaat’in Erdoğan’a teşekkür borcu var!

Evet Cemaat’in, 17 Aralık’da Başbakan ve şimdi Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’a bir teşekkür borcu var.
En sonunda söyleyeceğimi hemen yazayım da sabırsızlar hem gevşesin hem de tepkilerini içlerinden bağıra, bağıra peşin yapsınlar. 

On yıl boyunca kuzu sarması gibi olan biri siyasi, biri sivil toplum ekseninde kurumsallaşmış aynı kaynaktan beslenen iki hareketin ittifakı aslında ciddi arızalara gebeydi. 

Malum, siyasi hareket (AKP - Milli Görüş) devleti ele geçirerek din adına hizmet edilebilir felsefesiyle hareket ediyor ve insanların devlet gücüyle İslam’a katılmasını hedefliyor. 
Hizmet Hareketi (Cemaat) ise tam tersine ferd ferd insana ulaşmayı ve tahkiki iman üzerinden toplumda yeniden İslam’ın hazmedilmesini savunuyor. 

Eğer, Hz. Muhammed’in Mekke’den başlayıp Medine’de süren 23 yıllık İslam’ı insanlara anlatma yöntemi hatırlanırsa, aslında Hizmet Hareketi’nin felsefesi bire bir örtüşüyor. 

İki hareket arasında çok belirgin şekilde net bir ayrılık varken, Türkiye’nin şartları bu iki hareketi - Akp ile Cemaat’i- yan yana getirdi. Ancak siyasi erk(AKP)’in güçlenmesiyle birlikte ve Kamu İdaresi’nde, yerel yönetimlerdeki fırsatlar cemaat’in tabanında ciddi şekilde hüsnü kabul gördü. Neticede onlar da insandı ve vergisini verdikleri devletin imkânlarından faydalanmaları çok normaldi. 

Normal olmayan ise; dönemin Başbakan’ı Erdoğan ve çevresinin görmediği ve aslında kendisinin de arzusu olan Cemaat’in tabanının bu sayede devşirildiği idi. 

İşte iki farklı kulvarda yürüyen bu iki hareketin on yıllık ittifakı, aslında cemaat aleyhine gelişiyordu. 

17 aralık yolsuzluk operasyonuyla, Recep Tayyip Erdoğan’ın Hizmet Hareketi üzerine toptancı zihniyetle yüklenmesi aslında Cemaat’e hayat iksiri oldu. 

Çünkü Erdoğan, 17 Aralık’da söz konusu 4 bakanı (şimdi yapıldığı gibi) kontrollü şekilde hukukun önüne verseydi ve bir dört yıl daha cemaat ile İşbirliği’ne devam etseydi, cemaat’in tabanını devlet imkânlarıyla devşirecek ve politize edecekti. Ki zaten bu Anadoluda yaşanıyordu. 

Dönemin Başbakan’ı Erdoğan ve çevresinin suçluluk duygusuyla Hizmet Hareketi’ne karşı açtığı savaş aslında Cemaat’te safların sıklaşmasına sebep oldu. İşte sırf bu yüzden Cemaat Erdoğan’a teşekkür borçlu. 

Bu iddiamızı aslında Fetullah Gülen son sohbetinde özellikle altını çiziyor. 

Daha da önemlisi, Gülen’in 17 Aralık’dan sonra yaptığı dua’yı (Ahitleşmeyi) aslında direkt AKP’ye değil Cemaat tabanına yönelik yaptığı bir mesaj olarak da görmek lazım bana göre. 
Malum gülen, 17 aralık yolsuzluk iddialarının arkasından sohbetinde; “…dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. Dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, sünnet-i sahiha’ya aykırıysa, islam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin. (401. Nağme: yolsuzluk)” ifadelerini kullanmıştı. 

Kısaca bu dua, cemaat içinde yanlış yapan ve devlet imkanlarını kendi şahsi çıkarları için kullananlar olması ihtimaline karşı da yapılmış bir duadır. 

Evet cemaat’in tabanındaki gevşeme -dünyevileşme- Erdoğan’ın sayesinde dizginlenmiş oldu. 

Fethullah Gülen de "bamteli: hizmet’in evrenselliği ve gönüllülerinin ortak paydası" başlıklı sohbetinde; “bitirme kelimesi iki manaya gelir: bir, tüketme manasına; tenkildir bu, kökten kazıma.. Bir de, tohumların neşv ü nema bulması, başağa yürümesi şeklinde bir bitme vardır. Bu açıdan da haksız yere sizi bitirmeye çalışanlar, farkına varmadan, sizde metafizik gerilimi artırarak adeta dibinize su salmış, kuvve-i inbatiyenizi coşturmuş, gübre atmış, güneşlendirmiş ve havalandırmış gibi sizin bir yönüyle boy atıp gelişmenize vesile oluyorlar. Bunlara teşekkür etmek lazım. Sizde o metafizik gerilimi, o pekişmeyi, o kenetlenmeyi, bünyan-ı marsus gibi birbirinizden kopmaz hale gelmeyi sağlıyorlarsa, onlara da “thank you very much!..” İfadeleriyle zaten bizim söylemek istediğimizi net olarak özetliyor. 

Hasılı Cemaat’in Erdoğan’a teşekkür borcu var… 

Tabii Erdoğan’ın da haksız ithamlarından dolayı Cemaat’e bir özür… 

mazhararslanoglu@gmail.com 
twitter/maomazhar 

Polise bu operasyonlar iyi ki yapılıyor!

Görünen o ki! 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun arkasından oluşan suçluluk duygusu ile ortaya çıkan intikam hırsı kontrolden çıktı.

Öfkeyle Emniyet teşkilatında devreye sokulan tayin, görevden alma, geri hizmetlere kaydırma ve ihraç işlemleri zarara doğru evriliyor farkında değiller. 

Üstelik O gün, bugün ay geçmeden Emniyet’te belli başlı operasyonlarda görev almış emniyet mensupları, temelsiz ve tutarsız iddialarla suçlama yapılıyor ve sorguya çekiliyor. 

Yapılan operasyonları tarihleri ve sebeplerine bakarak devam edelim. 

8 Nisan 2014, Usülsuz dinlemeden Adana’da 9 polis, polis müdürü gözaltına alındı. Hepsi mahkemede serbest. 
21 Nisan 2014, 8 Nisan operasyonunda serbest kalan aynı polislere 27 Nisan’da tekrar operasyon yapıldı. 2. Defa serbest kaldı. 
22 Temmuz 2014, İstanbul’da Sahur vakti yapılan operasyonla 112 polise gözaltı. 36 polis, polis müdürü iddianame geciktirilerek Silivri’de tutuluyor. 76’sı mahkemede serbest. 
5 Ağustos 2014, İstanbul merkezli 13 ilde usulsüz dinlemeden 33 polise gözaltı. 25’i mahkemede serbest. 
19 Ağustos 2014, İzmir^de askeri casusuluk operasyonunda görev yapan 32 polise gözaltı. Hepsi mahkemede serbest. 
27 Ağustos 2014, Adana’da usulsüz dinlemeden 13 polise gözaltı. Hepsi mahkemede serbest. 
1 Eylül 2014, İstanbul’da Mali Şube’de çalışan ve yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda görev yapan 33 polise gözaltı. 25’ serbest bırakıldı. 
22 Eylül 2014, Ankara’da taltif operasyonu ile 14 polise gözaltı. Hepsi serbest bırakıldı. 
29 Eylül 2014, Adana’da istihbarat şubede görevli 13 polise gözaltı. Hepsi serbest bırakıldı. 
21 EKİM 2014, Ankara’da eski istihbarat başkanı dahil 18 polise gözaltı. Hepsi serbest bırakıldı. 
28 Ekim 2014, Mersin’de ‘usulsüz dinleme’ gerekçesiyle 23 polise gözaltı. Hepsi serbest bırakıldı. 
7 kasım 2014, ‘usulsüz dinleme’ iddiasıyla Kilis’de 26 polise gözaltı. Hepsi serbest bırakıldı. 
8 Kasım 2014, Kocaeli merkezli operasyonda 8 ilden 11 polise gözaltı. Hepsi serbest bırakıldı. 
12 Kasım 2014, İstanbul merkezli operasyonda 17 polise gözaltı. Hepsi serbest. 

Öyle ki! Söz konusu operasyonlara kronolojik olarak baktığımızda her haftaya bir operasyon ve bu operasyonların Türkiye’nin her ilinde hissedilir olması için ne gerekiyorsa yapıldığı ortaya çıkıyor. 

Yani yapılanlar tam bir psikolojik harp tekniği. Bir de 17 Aralık yolsuzluk operasyonunun arkasından dönemin Başbakanı Erdoğan’ın başlattığı gerginlik siyasetinin devamlılığı. 

Bu arada operasyonların ülkenin tüm şehirlerinde tekrar edilmesi çok önemli bir gerçeğin de ortaya çıkmasına sebep oluyor. 

Birincisi bu operasyonların arkasındaki istihbarat fişlemesi ve MİT’in ortaya attığı iddiaların en azından bir yerden doğrulayabilir miyiz mantığı. 

İkincisi ise birinci maddedeki düşünceyi herkese kabul ettirecek şekilde psikolojik harp tekniği ile ‘itirafçı’ bulma ve ‘kumpas’ iddialarına yandaş toplama derdi. 

Çünkü istedikleri gibi bir ‘itirafçı’ ve ‘tetikçi’bulurlarsa bu operasyonları da dayanak göstererek Hizmet Hareketi’ni kumpasa (örgüte) almaları daha kolaylaşacak kanaati var. 


Ancak temelsiz olan bu iddialar memleketin hiçbir yerinde kabul görmediği gibi taraf da bulamıyor. Hesaplar mahkemeden teker teker dönüyor. 

Bu da hem AKP içinde hem de toplumda kabak tadına sebep oluyor. 

İşin üçüncü yönü ise aslında bu Anadolu çocuklarının (polislerin) lehine olan bir durum. Bu yüzden insanın, ‘iyi ki yapılıyor bu operasyonlar’ diyesi geliyor. 

Çünkü dönemin başbakanı şehir şehir, kasaba kasaba gezmiş ve vatandaşa ‘bana darbe yaptılar’ diyerek ülkenin en güzide polislerini hedef göstermişti. Neticede, halkın kafasında; ‘ülkenin başbakanı böyle diyorsa elbet bir bildiği var’ mantığı ağır basmıştı. 

Polisler hakkında ciddi istifhamlar ve ithamlar oluşmuştu. Haklarında ortaya atılan iddiaların doğru olmadığını bu millete bu polislerin anlatması çok zordu. Bu açıdan, operasyonlar onların suçsuzluğunu belgeliyor. Ve bu da 75 milyonun şahitliğinde oluyor. Hem de şehir şehir!
 

Peki! Koluna 700 bin liralık hediye saat takanlar, evinde ayakkabı kutusunda çil çil dolar çıkanlar, evine çikolata kutusunda euro’lar gidenler nasıl aklanacak. Ya evindeki paraları sıfırlamaya çalışanların durumu ne olacak dersiniz? 

Adli Tıp,17 Aralık yolsuzluk ses kayıtlarının orijinal olduğunu raporlamış. 

Yoksa polise operasyonu devam ettirenler dönemin Başbakanı’nı kumpasda mı tutuyorlar?


mazhararslanoglu@gmail.com

5 Ekim 2013 Cumartesi

Dere, ırmak, deniz, Siyaset ve Strateji

Gezi parkı olaylarının bize, siyaset ve strateji dilini iyi bilmediğimizi gösterdiğini düşünüyorum. İnsanoğlu yaratılışındaki fıtratı nedeniyle dünya hayatında her an her türlü hayat şartlarına göre kendini konumlandırır, tedbirlerini alır ve hayatını devam ettirir. Bu da ona aklı, konuşması, düşüncesi ve duygusallığı çerçevesinde yeni planlar yapma ve hayata tutunma adına yeni müdahale alanları kazandırır.

Bunu ise gerek kendi bireysel hayatında gerekse mahalle ve toplum hayatında en iyi şekilde lehine kullanmak ister. Ve de cüzi iradesi ekseninde her zaman kullanır. Kullanmasıyla da kendine yaşam alanı sağlar.

İşte bu müdahale ve inisiyatif alanlarını meşru yollardan, karşısındaki insanların özgürlüklerini kısıtlamayacak ve onların da hayat tarzları olabileceğini hesap ederek kullanırsa anlamlı olur ve kendi varlığının da meşruiyetini sağlar. Bu tavır da zaten hem azınlığın çoğunluğa hem de çoğunluğun azınlığa hükmetme iradesini dengeleyen bir idare şeklini ortaya çıkarır.

Son üç yüz yıldır bu coğrafyadaki milletler, maalesef bu tavır ve anlayışdan uzak kaldığı için, egoist yönetimlerin ve jakoben duruşların elinin altında konu mankeni oldu.

Ülkemizde uygulamaya konulan ve batıdan örneklenen kamu idaresi şeklinin toplum yapısıyla kan uyuşmazlığını yaşadığını ise ancak birkaç darbe ve muhtıradan sonra nihayet anlamış durumdayız.

Dünyada tüm insanlığın daha rahat ve daha özgür, olduğu gibi kabul görülme arzusu demokrasi ile nefes almayı getirdi. Ancak kamudaki yöneten elitler bu talebi hep sınırlı tuttular. Geldiğimiz noktada ise söz konusu bu anlayış, enformasyon ağının gelişmesi sayesinde milletleri sınırlama ve kontrol etme güçlerinin sınırlandığını her ne kadar fark etmiş olsalar da huylarından vazgeçmiş değiller..

Bu anlamda bulunduğumuz coğrafyada hem inancımızın gereği hem de insanlığımızın verdiği yetkiye dayanarak demokrasiden bir adım daha ileride bir tavır ve kamu idaresi şekli ortaya koymamız gerekiyor. Ya da demokrasiyi inançlarımız ekseninde daha da genişletmek ve geliştirmek gibi bir duruş sergilememiz gerekiyor. 

Bu da şüphesiz siyaset ile strateji ilmini yeniden masaya yatırmamızı gerektiren bir durum.

İşte tam burada siyaset ile strateji arasındaki ilişkiyi biraz netleştirmek gerekiyor.

Dere geçerken paça sıvanır ve yürüyüp gidilir. Irmak ise ayakkabılar ve pantolan yedeğe alınır ve öyle geçilir.

Denizi geçmeye gelince; önce bir tekne veya gemiye ihtiyacınızla birlikte yanında da bir kaptanınız olması gerekir. Ve kaptanı da işinde en mahir olanı seçmek zorundasınızdır. Çünkü denizde dalga ve fırtına olur. İşinin ehli kaptanı tercih etmeniz ise sizi ve gemiyi sahil-i selamete götürmesi içindir.

İşte insanın ileriye yönelik hesabı; dereyi ırmağı ve denizi geçerken yaptığı ve aldığı önlemler gibi olmalıdır.

Düz mantıkla bu olayların görünen tarafıdır. Ve siyaset ilmiyle paralellik arz eder.

Stratejik plan ise dere, ırmak ve denizi geçerken görünenin önü ve arkasını ön görerek yapmanız gereken harekettir.

Bu da dereden ve ırmaktan geçerken düşünmeniz gerekenin; dere ve ırmak önüne sizden önce birilerinin baraj kurduğunu düşünmeniz ve kontrolünün de sizde olmadığını hesap ederek, her an göletteki suyu siz dereyi geçerken salıvermesi olarak görmeniz demektir.

Şu söylenebilir. Dünyadaki siyasetin dili bu ve böyle yapılması gerekiyor. Kabul. Ancak unutulmamalı ki bizim değer yargılarımız ve inanç sistemimiz batı kültürüyle ortaya çıkmış siyaset dilini olduğu gibi kullanmak zorunda değil. Ve olmamalı da! Zaten bütün şikayet de yüzyıldır bundan değil mi?

Biz bizim değerlerimize göre bu coğrafyada ve dünyada siyaset dilini, özellikle de stratejiyi yeniden okumamız gerekiyor. Ayrıca stratejiyi siyasetin koltuk değneği olarak görmekten ziyade; siyasetin merkezine oturtmamız gerekiyor. 

Zaten strateji de; Bir milletin veya milletlerin savunmasında askeri, siyasi, ekonomik ve manevi güçleri bir arada kullanma ve düzenleme sanatı değil mi?

mazhararslanoglu@gmail.com

twitter.com/maomazhar

Omurgasız siyaset…

Siyaseti herkes bilir ve de herkes kullanır. Ancak tam olarak nasıl olması gerektiği üzerine çok da ittifak yoktur. Bu arada siyasetin toplum için en faydalı şekli nasıl olmalıdırı tartışmak her zaman gündemdedir ve de geçerlidir. 

Ansiklopedilere göre siyaset, bir yönetme sanatı veya bilimidir, yani siyaset bilimi, hükümet/devlet icraatlarını etkileme, değiştirme veya yönlendirmek işi, Devlet yönetimini veya kontrolü ele geçirme ve elde tutma bilgisi veya sanatı, bireyler ve gruplar arasında güç ve liderlikle ilgili olan rekabet, Bir takım maharet ve hünerlerle, çoğu kez dürüst veya ahlaki olmayan şekilde uygulamalarla karakterize edilen etkinlikler, Bir toplumda yaşayan insanlar arasındaki ilişkiler karmaşasının bir toplamı, Yaşanılan zaman veya gelecek için kararlar almak ve uygulamak için koşullar ve verilerin ışığında alternatifler arasından seçilen eylem veya eylemleri ortaya koymak, belirlenen yöntem veya biçimlerde uygulama ve bir devlet organının uygulanabilir icraat ve genel amaçlarını ana hatlarıyla açıklayan yüksek düzeyli planlardır şekliyle tarif edilir.

Siyasetin amacında ise bir ülkede yaşayan toplulukların farklı hayat tarzlarına bakmaksızın onların taleplerini ve beklentilerini en iyi şekilde karşılamak yani hizmet götürmek vardır. 

Tüm bunlar bilindik bir durum ancak ne hikmetse Türkiye çok partili sisteme geçtiğinden beri kurumsallaşamayan siyasetiyle ayrımcı zihniyetin kıskacında yaşadı. Kendi içinde ilkesizliğinde ya da bürokrasinin gölgesinde hastalıklı haliyle iktidar sahibi hiç olamadı. Yani siyaset bu ülkede hiç iktidar olamadı. Hala da öyle…

Haliyle darbeler, faili meçhuller, haksız kazançlar, köşe dönmeceler, adam kayırmalar, banka hortumları siyasetin kuralıymış gibi bir görüntü oluşturdu.

Siyasetteki bu ayrımcı ve nalıncı keseri köşe dönmeci, ideolojik, şahsilik odaklı yanlış uygulamalar, siyaset kurumuna hem güvensizliği hem de belirsizlikleri birlikte getirdi. Ve siyaset ile içselleşen ayrımcı zihniyet, sınıf farkı, menfaat ilişkileri, siyasetin kurumsallaşmasını ve devlet idaresindeki yerini ya da önemini son sıralara düşürdü.
Çünkü Siyaset sözlüklerde her ne kadar devletin ve milletin işlerini idare için tutulan ölçülü yol gibi tarif edilmişse de bu ülkede hiçbir zaman bir alanda ölçü-karar tutturamadı. Çünkü temelinde ilke ve kurallar yoktu. Olanlar da ya rejim merkezli ya da devletin üst kısımlarında üst sınıf insanların belirledikleri menfaat odaklı prensipler idi.

Gerçeği söylemek gerekirse siyasetin omurgası yani iskeleti demokrasi olmadıkça siyaset hep insanın enesi, kimliği, inancı veya dünyevi tercihleri arasında bugün olduğu gibi çıkmaz sokaklarda dolaşacak.
Çünkü Türkiye’de siyaset, rejim odaklı ideloji, parti, inanç, ırk ve şahıslar üzerinden yapıldı. Ve ilkeler üzerinden yapılmayan siyaset kaosun merkezine oturdu.

Dünyada genel kabul görmüş demokratik ilkeler siyasetimizi kuşatmadıkça da; siyasi yapımız ideolojik yapılamadan, inanç ağırlığından, bencillikten, ötekileştirmeden hatta cepheleşmeden kurtulamayacak. Aslında bu yapı siyasetin omurgasızlığını, kemiksizliğini ve her tutanın bildiği şekilde (şahsi çıkarları ve tercihleri) uygulamasını ortaya çıkarıyor. Hele de ‘rüzgar gülü’ ruhlu, şakşakçıların siyasiler etrafında pervane ve set oluşturduğunda bu durumun vahametini anlatmaya kelimeler bile yer bulamıyor.

Bu yüzden siyasetin omurgasını demokratik ilkelere oturtmak gerekiyor. Demokratik kuralların sardığı bir siyaset kurumu oluşması ise öncelikle siyasilerin-siyaset yapanların buna inanması ve bu konuda ittifak yapması gerekiyor. 

Not etmekte fayda görüyorum. Hayalimdeki siyaset anlayışına ve siyasetçiyi tarif etmem gerekirse, siyaset bir meslek dalından ziyade insanların mutluluğu için yapılan hizmet alanı olmalı. Yani diyetsiz bir siyaset anlayışının hakim olması adına kanaatimce Türkiye’de yeni bir siyaset tarzını tartışmaya açmak gerekiyor. 

Topluma hizmet etmek isteyenlerin (mühendis, doktor, işçi, öğretmen, memur, akademisyen vs) bir araya gelerek en fazla iki dönem devlet katında alacakları görevler (Vekil, Başbakan, Bakan, müsteşar, müşavir) ile oluşturacakları partiler sayesinde hizmet etmeleridir. Bunlar normal meslek alanlarından geçici bir süre siyaset yapmak için ayrılmalılar ve siyasi hizmetleri süresince sadece aileleri ve kendi masrafları devlet tarafından karşılanmalı. Halkın verdiği yetkinin sona ermesiyle de kendi mesleklerine dönmeliler. Siyaset meslek olmaktan çıkarılmalı. Meslek sahipleri siyaseti millete hizmet aracı olarak kullanmalı. 

Bazı Avrupa ülkelerinde başbakanların bisiklet ile işine gittiğini hatırlarsak bu işin yapılabileceğini çok rahat söyleyebiliriz. Darısı Türkiye'nin başına...

mazhararslanoglu@gmail.com
twitter.com/maomazhar

Kılıçdaroğlu siyasete ısınabilecek mi?

Acemi siyasetçilerin yapmadığını yine Kılıçdaroğlu yapmış. Sadece yandaşlarına istediği özgürlük ve demokratik haklardan oluşan bildirgesini CHP binasına astırmış. Doğrusu tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum. Bravo!

Gezi parkı müsameresine verdiği destekle marjinal birkaç grup ile birlikte İşçi Partisi’nin oylarını CHP’ye devşireceğini zannediyor sanırım. Daha önce bu köşede belki birkaç defa yazdım. Siyasetin basireti yok diye. Malum bu siyasi körlük bazen iktidarı bazen de muhalefeti sarıp sarmalıyor. Aslında muhalefetin mekanına kamp kurduğundan olsa gerek, iktidar hep kazançlı duruma geçiyor.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun hazırladığı 'Özgürlük ve Demokrasi' bildirgesinde yer alan 17 maddeye bakıldığında demokrasinin sadece alt kümesini oluşturuyor.

Devlet içinde özerk kurumların oluşmasına fırsat veren yapısıyla ve tek adamlığa göre yazılmış 1982 anayasası tepemizde demoklesin kılcı gibi dururken, onun sebep olduğu haksızlıkları alt alta yazarak, özgürlük manifestosu gibi sunmak ne kadar ikna edici olur doğrusu çok merak ediyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda mutabakata varılan 48 maddeyi bir hafta içerisinde Meclis’ten geçirmek için muhalefet liderlerine çağrıda bulunduğu bu anda aslında bir adım atılabilir.

CHP Genel başkanı bunu görse ve bu çağrıya kayıtsız şartsız destek verse, hiç olmazsa bu konudaki samimiyetini göstermiş olur ve İşçi Partisi’nin seçmenlerinin dışındaki vatandaşlardan da hem sempati hem oy alır. Ama sanmıyorum!

Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geldiğinden beri, Ak Parti hükümeti yanlışı da doğruyu da kendisi bulmaya çalışıyor. Türkiye siyasi hayatında muhalefet partisinin aciz kaldığı başka bir dönem olduğunu da pek sanmıyorum.

Aslında normal bir demokratik ülkede halkın beklentilerini karşılamak için muhalefette bile olsanız, hükümete yol göstererek en azından bu konuda kolaylık çıkarırsınız. Bu da size medeni bir insan olarak sempatiyi getirir. Hem halkın yanında olduğunuzu; hem de halkın beklentileri için gerekirse fedakarlıkla adaletin temsilcisi olurken, siyasette kalmaya da demir atarmış olursunuz. Üstelik Türkiye'nin geleceğe yönelik siyasi ve stratejik planlarında söz sahibi olursunuz.

Görünen o ki, yandaşları sığ siyaset ile Kılıçdaroğlu’nu oyalarken, gerçek kurtarıcıya zemin hazırlıyorlar.

Bu köşede Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin Başkanlık koltuğuna oturduğunda yazdığım, ‘Devşirme hayatlar ve Kılıçdaroğlu’ başlıklı yazıyı; “En azından sayın Kılıçdaroğlu, Türkiye’de yarım asırdır devşirilen ve yoksulluğa mahkum edilen hayatlara hayır diyebilen bir sol anlayışla; demokratik kuralların oturduğu, evrensel insani değerler ve evrensel hukuk normlarının hakim olduğu bir Türkiye için, anlamı ve faydası olacak politikalar üretir. Diğer tabirle Kılıçdaroğlu CHP’yi; dindar insanlarla, Kürtlerle, Alevilerle, yoksul kesimlerle, Avrupa Birliği ile, Batılı sol değerlerle ve dünya ekonomik sistemiyle barıştırması gerekiyor. Bu yüzden, 21. yüzyılın ortasında ve enformasyon çağında, yerel değerlerin ekseninde moral değerlerle donatılmış bir siyaset tarzını istemek ve görmek, en azından sade vatandaş olarak hakkım diye düşünüyorum. Çünkü, devşirme ve mankurtlaşmış bir hayatın siyaset dünyasında yeri olmadığı gibi, gerçek hayatta da hiçbir değeri yok.( 26 May 2010-Samanyoluhpaber.com)” cümleleriyle bitirmiştim.

Anlaşılan, beklentilerim bu ülke vatandaşları adına da olsa yanlış adamdanmış. Çünkü ben bu kadar beklentiye girerken, yandaşları ona patinaj yaptırmaya devam ediyor. CHP Genel Başkanı bundan çok memnun ki hala koltuk değneği ile siyaset yapmayı devam ediyor. Acizane bu da kahin olmayı gerektirmiyor ve Kılıçdaroğlu'nu o koltuğa oturtanlar; 'tak sepeti koluna herkes kendi yoluna' demeye hazırlanıyorlar.

mazhararslanoglu@gmail.com

twitter.com/maomazhar

Dershanelerde ısrar niye?

Avrupa Dershaneler Birliği ev sahipliğinde 6-7 Temmuz’da Selanik’te toplanan dershane yetkilileri, Türkiye’de dershanelerin kapatılması kararını eleştiren ve tavsiyeleri sıralayan bir bildiri yayımlamış. 

 ABD, Almanya gibi ülkelerin eğitim sisteminde, okul, dershane ya da veliler üzerinden fon desteği bile verildiği hatırlatılan uyarıda; “Dünya Dershane Birliği olarak Türk hükümetinin bu kararını gözden geçirmesi gerektiği kanısındayız. Türkiye’deki dershanelerin işleyiş bakımından da eğitim sistemi için çok yararlı olduğu açıktır.” İfadeleri yer alıyor.

28 Şubat’ın haksız inisiyatifleri toplumun kimyasını bozmuştu. Bu inisiyatiflerin içinde Meslek Lisesi (İmam Hatip Liseliler hedefli) öğrencilerine Üniversiteye giriş sınavlarında uygulanan haksız puan kesme uygulamasıydı.

Mevcut hükümet, 28 Şubat post modern darbe kalıntılarından olan üniversiteye girişte meslek liselilere uygulanan katsayı uygulamasını ancak üçüncü dönem yeniden iktidar olduğunda devre dışı bırakabildi. Temel hak ve hürriyetler adına önemli bir adımdı.

Oturmuş bir eğitim sistemiz olmadığından böyle anormal uygulamalardan kaç kuşak çekti. Eğitim-öğretim kapılarından döndü, malum. 
Ne hikmetse; aslında farkında değiliz ama bu milletin başına ne geldi ve geliyorsa hep eğitim sisteminin istikrarsız oluşundan geliyor. 
Mesela 12 Eylül öncesinde üniversiteler çiftlik gibiydi, polis bile giremiyordu. Binlerce vatan evladı birbirini katletti, çok bilmiş idareciler ölmelerini seyretti. Üstüne üstlük ölenlerin üzerinden de kendilerine iktidar koltuğu yaptılar. Ve YÖK’ü kurdular. Hala da üniversitelerde sancı devam ediyor.

Ayrıca darbeli darbesiz gelen bütün iktidarlar aynı hatayı yapıp duruyorlar. Her gelen hükümetin sözde yeni eğitim projesi oluyor ve eğitime muhtaç gençler hemen onun kobayı durumuna düşüyor. Hatta birkaç kez üst üste iktidar olan bir siyasi partinin bile birkaç değişik eğitim model uygulaması olabiliyor. Örnek ise gözümüzün önünde ve çok yakınımızda tezahür ediyor. 

Ak Parti’nin üç dönemlik hükümeti döneminde, Hüseyin çelik SBS getirdi, Nimet Baş kaldırdı. Ömer Dinçer, eğitime 4+4+4 modeli getirdi. Dershanelerin kapatılması Başbakan’ın açıklamalarıyla gündeme geldi ve bu yılın başında da kapatılacağı bizzat Eski Bakan Ömer Dinçer tarafından söylenmişti. Ancak kamuoyunun direnciyle dondurucuya atılmıştı. 
Ne değiştiyse, dershanelerin kapatılması yine gündemde. Hem de Milli Eğitim Bakanı’nın açıklamalarıyla. 

Bilineni tekrarlamak hayır getirir. Çünkü insan unutkanlığı ile hayatta muvaffak olur. Türkiye Cumhuriyetine kuruluşundan günümüze batı kültürü ve modernliği rehber oldu. Bu da Eğitimden ticarete, Kültürden sosyal hayata her alanda copy-paste mantığı ile taklit edilerek yapılmaya çalışıldı. Malumu ilama gerek olmasa da hala da devam ediyor. Ne kadar yazık! Bu sayede bir millette eziklik duygusunu dominant hale getirmek ve hep kurtarıcı beklemesini sağlamak. 

Prof. Mahir Kaynak’ın deyimiyle bizde eğitim sistemi, düşünmeyi öğretmenin yerine dünyada büyük sayılan kişilerin söylediklerini ezberletme üzerine kurulu. Soğuk savaş döneminin mal müdürü ve idare-i maslahatçı zihniyeti ile bugünün gençlerine eğitimde rehberlik yapma yöntemi çoktan bitti. Bunu neden görmek istemiyoruz, anlamakta zorlanıyorum. Hem asıl eğitimde zihniyet devrimi beklenirken kurulu sisteme tekme vurmayı nasıl açıklamak gerekir acaba? 

Akşam’da (22 Kasım 2012) Turgay Polat (aynı zamanda eğitim danışmanı), Almanya’da son zamanlarda yapılan eğitim kalite arayışlarında dershanelerin durumunu paylaşmıştı okurlarıyla.

Turgay Polat; “örneğimi bir konferans için bulunduğum Almanya'dan vermek istiyorum. Katıldığım konferansta Berlin Eyaleti Eğitim ve Bilim Bakanı Sandra Scheeres konuşmacıydı. Bayan Scheeres konuşmasında eğitim alanında yaptıkları değişimi anlattı. Konferansın soru cevap kısmında bir soruya öyle bir yanıt verdi ki bunu yazmalıyım dedim. Bakan 'Almanya'da okullarda ister kamu olsun ister özel olsun öğrenme sorunu yaşayan, daha iyi öğrenmek isteyen veya ABİTUR'a (abitur Almanya'da üniversiteye yerleştirme kriteridir) hazırlanmak isteyen öğrencilere yönelik yapılan uygulamaların bütçesini biz veriyoruz. Yani bir okul 50 öğrencisine okul bitiminde etüt, kurs yapmak istiyorsa bize başvuruyor, bunun bütçesini veriyoruz, okul da öğrencilerin eksiklerini kapatıyor' dedi ve devam etti: 'Ancak son bir yıldır bu kursların okulda yapılması çok da verimli olmayınca, biz dışarıda başka kurumlar kurulmasını ve öğrencilerin buralarda öğrenme eksikliklerini tamamlamasını destekliyoruz' dedi. Bunun Türkçesi şudur: Okulların yetmediğinin farkındayız veya öğrencilerin daha fazla öğrenmek ve daha iyi öğrenmek taleplerini hükümet olarak her türlü destekliyoruz. Son 3 yılda Almanya'da bu okul dışı kurslar % 50 oranında artmış.” Notunu düşmüştü.
İlginçtir çocukları ABD’de eğitim almış bir başbakana sahip olan Türkiye’de, dershaneler konusunda bugün ‘kapatacağız’ seslerinin yükselmesini anlamakta zorlansak da realite. 

Aslında Başbakan isterse dünyadaki eğitim sistemlerini ve sınavları; dershanelerin fonksiyonlarını aile meclisinde bir konuşsa ortaya nasıl bir durum çıkar merak etmiyor değilim doğrusu. Bence denemeli. 
Hem bu ülkede yapılacak o kadar çok iş varken oturmuş bir sistemi devre dışı bırakma ısrar nedendir, birisi çıkıp açıklasa da anlasak diyorum!

mazhararslanoglu@gmail.com
twitter.com/maomazhar